adsense

28 Eylül 2013 Cumartesi

Tuncel Kurtiz'den satırbaşları


- Ben çok kötü bir talebeydim ama çok iyi bir okuyucuydum. Mezun olmadan üniversitelerin kantininde, kütüphanelerinde geçirdim zamanımı. Büyük hocaların derslerine girdim. Mina Urgan’la yakınlığım oldu. Tatyana Moran’la. O zamanki sevgilimle felsefe kütüphanesinde takılırken Asaf Halet Çelebi’yle tanıştım. Arkasından Özdemir Asaf’la, Can Yücel’le abi-kardeş ilişkisi. Münir Özkul’la, Cahit Irgat’la, Tarık Gürcan’la, Erol Günaydın’la, Müşfik Kenter’le... Böyle büyüdüm. Şimdi ben bir karakteri nasıl çalışmadan oynarım? Bana senin kolay dediğin o şey zor geliyor. Bana küçücük bir alan verdiler, daha büyüğünü yapacak gücüm yok artık, istemiyorum. Üstelik gittikçe zorlaşıyor işim.

- Aslında hedefim de olmadı hiç. Rüzgârda savrulan yaprak misaliydim ama fikri, vicdani hür bir adamdım.
- Yılmaz Güney, Cahit Irgat, Can Yücel, Özdemir Asaf... Artık beni kimse yalnız bırakamaz çünkü onlarla beraberim. Ne kadar onu anlatırsak o kadar kalır. Oktay Rifat’ın dediği gibi “Hatıralar da dal istiyor, kuşlar gibi konacak”. Ama evet, diğer yandan “Hayata beraber başladığımız, / Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir; / Gittikçe artıyor yalnızlığımız”.

 -Bakın en çabuk Türkiye’de gömerler ölüyü. Ben ölüme inanmıyorum. Belki bahar ülkesine açılan kapıdır, ölüm. Hepimiz bu kapıdan geçeceğiz. Nedir ki bu dünya? Daha bunu yanıtlayamıyoruz ki, ölümün yok oluş olduğunu nereden bileceğiz? Şamanların yaptığı gibi ölünce mezarıma iki şişe şarap, sevdiğim filmlerimi ve bitiremediğim kitaplarımı koysunlar. O yolculukta onları bitireyim.

- Zor günler geçirdim, barikatlar aştım, düz duvara tırmandığım da oldu ama hâlâ yaşıyorum ve inançlıyım. O yüzden aynı hayatı yeniden aynen yaşamaya razıyım ama eğer gerekirse. Pişman olmak diye bir şey yok. Her şeyi zevkle yaptım, onları yapmasaydım bugünkü Tuncel olamazdım. Yaptık, yanlış mıydı? Aynı yanlışı bir daha yapmayalım hiç olmazsa, der geçerim. Ne bileyim. Belki o kadar çok içtiğim rakı ve sigarayla beğenilen bu sesi elde ettim... Ama... Daha sistemli olmayı isterdim. Her şey yarım. İngilizcem iyi değil. Almancam da. Yine de herkes iyi sanıyor. Almanca nerelisiniz, diyorum. Karşıdaki Berlin, deyince başlıyorum bir film için ezberlediğim Almanca repliğe. Adamlar, çok iyi Almanca bildiğime inanıyor. Oysa replikten sonrası tarzanca (gülüyor).

-Uslanmaz bir muhalif Kurtiz, kendine bile. Öyle ki Fenerli olmasına rağmen Beşiktaş Çarşı Grubu’nu destekliyor çünkü “Çarşı herkese karşı”! Adil bir düzenin ancak sosyalizmle olacağına inanıyor ama tabii birey de var olabilirse, aksi halde “sadece bir adamın yumruğu” olunacağını biliyor. Evet, o bir komünist, hem de yıllardır ve de “hâlâ”! Nasıl olmasın ki? “500 senedir kapitalizmle dünyanın nereye geldiği ortada. Bir milyar insan açlıktan ölüyor. Yalnız Irak'ta bir milyondan fazla insan öldürüldü. Devlet anamızın sütü hep bir tarafa akıyor”.

 -Kaz Dağı’ndaki hayatımızı çok seviyorum. Güzel bir kütüphanem var. Haftada en az dört film izliyor, yeni filmleri takip ediyorum. Her sabah en az iki saat yürüyorum. Yüzüyorum. Yazmaya çalışıyorum. Bahçede karıma yardım ediyorum. Lavantalar var her tarafta. Köpeğimiz, tavuklarımız var. Dağa tırmanıyorum. Onu da altın aramalarıyla yok edecekler. Beş bin yıldır biliniyor bu dağda altın olduğu, kimse aramaya kalkmadı çünkü üstü altın; bütün Avrupa Kazdağı’ndaki bitki örtüsü zenginliğine sahip değil.

http://www.cumhuriyet.com.tr/?hn=443920&kn=7&ka=4&kb=7


-Cahit Irgat’ın, Özdemir Asaf’ın, Can Yücel’in öğrencisiyim ben, tabii ki söyleyeceğim. Özdemir ne diyor; “Selam alnı teriyle ekmek yiyen herkese/selam bugünü hazırlayan ölüye/selam saçlarından asılan/ tabanından çivilenen diriye/ selam seksen ayak merdivenli/ kara yüzlü binanın/ üst katından atılan/ berrak gözlü/ paramparça cesede/ giden gitti, kalana sabır/ bu kara kışlara açlığa sabır/ sabır zindandaki, sürgündeki dostlara/ yeni bir gün doğuyor” Hep umudumuz… “Anne girmem bu oyuncak dükkanına/ orda toplar, tayyareler, tanklar var/ seviyorum söğüt dalı atımı/ tekme atmaz, ısırmaz/ ben yaşamak istiyorum/ ağaç gibi sessiz sessiz ve rahat/ karınca kararınca değil/ serile serpile boylı boyunca…”
Savaş istemiyorum tabii ki, barışı kurabiliriz. Yahudi esnaflar, Türk köylüler, Türkmenler, Gürcüler, Ermeniler… Hepimiz bu toprağın çocuklarıyız. Benim atalarım taa Selaniklere Bosnalara gitmiş, oradan gelmişiz biz de… Babam üç yaşında Selanik’ten, annem Bosna’dan gelmiş 1890’larda… O inançla büyüdüm. Cahit Irgat’ın acısını yaşadım. “Ben bir harp esiriyim/ Korku, tehdit, sefalet var/ Bu şehrin havasında,/ Bu şehrin mahzenleri/ İrin kokar, kan kokar/ Şehrin mahzenlerinde/ Cinayet var, ölüm var” diyor. Can Yücel çıkıyor bir anda; “Anamın ipiyle indim gökdelen damınızdan/Kelebek gibi girdim kelebek camınızdan/Taksinize mülkünüze dairenize.../Heceleyerek üzerinde ayak ve el/ uçlarımın/Belledim seyyarenizi ve kelimelerinizi.../Gözlerinize baktım, mukaddes ciltlerinize, büfelerinize/Vesairenize.../Şiir fenerimle de baktım, son çığlık!/Aşk yokmuş sizde beş paralık!/Gidiyorum ben boşçakallar/Sıçmışım ortalık yerinize/Kıçımın fosforuyla aydınlanın siz artık” diyor.
Abilerim onlar, beraber büyüdük. Bedri Rahmi geliyor; “Yar, önde zeytin ağaçları, arkada yar/ yar, yar, yar seni kara saplı bir bıçak gibi sineme sapladılar” diyor. “Karadutum, çatalkaram, çingenem” diyor. Ben Özdemir Asaf’la 1960 yılında 24 yaşındayken Bedri Rahmi’nin evine gittim. Dünyanın en mutlu çocuğuydum. O mavi kaplumbağayı, Anadolu motiflerini, “reis” diye konuşan adamı gördüm. Yaşar Kemal’le orada tanıştık. Orhan Kemal’i tanıdım, Sait Faik’i okudum, görmedim. Orhan Veli’yi, Turgut Uyar’ı, Cemal Süreya’yı, Fuzuli’yi, Baki’yi severim. Ben bu zenginlikten geliyorum. Onlar gibi olmaya çalışırım, ama tabii kendim gibi olurum. Ben devrimi görmek istiyorum” demişti bir adam. Devrim bitmez ki hep sürer, bir yerde kalmaz ki… Hangi devrimi göreceksin, nasıl göreceksin? İnsanı, doğayı güzelleştirmek adına bir evrimdir devrim
 Ben memur çocuğuyum. Benim babam nahiye müdürlüğü, kaymakamlık, vali muavinliği ve valilik yaptı. Kırıkkale, Reşadiye, Kandıra, Posof, Ayvalık, En Harvar, Detroit, New York, İzmit, Silifke, Tarsus, Edremit’i geride bıraktığımda 14 yaşındaydım. Her gittiğim kasabada yeni insanlarla karşılaştım. Kendimi orada kabul ettirmek zorundaydım. O büyük bir tecrübe oldu benim için. Adana’da Bürücek Yaylasında bir adam gördüm, Manavgat’ta bir adam... Babamla Murtaza Ağanın konuştuğunu gördüm. Saz şairlerini tanıdım… Onlar hep kafamda kaldı. Çok zengin bir hayat yaşadım. Bir yerde kalmak da güzeldir ama durmadan gezdiğinde her yerde kendini var etmek, oralı olmayı başarmak zorundasın. Edremit’te, Tarsus’ta, Posof’ta arkadaşlarım oldu. Kan Kalesi Cengi, güvercin taklası oynardık. Amerika’dan geldiğim zaman 11 yaşındaydım. Kürt arkadaşlarım Kürtçe konuşurken ben de onlara “My name is Tuncel Kurtiz, ı am ten years old” der güldürürdüm. Boks bilirdim birazcık, onu öğretirdim arkadaşlarıma. Çok kitap okudum çocukluğumdan bu yana. Ev de kitap okunan bir evdi ama bende özel bir merak vardı. Halk evi kütüphanesi kilitliydi, anahtarı babamdaydı. Girerdim içeri; Dostoyevski, Emile Zola... Kimleri okumadım ki…

Herkes kendisi kadardır… Başka bir şey olmaya çabalamadım hiçbir zaman. Kabul ettim. Babamın bana ilk öğrettiği sözlerden birisi şuydu; Know your self, accept your self, be yourself... Sokrates.. İngilizce söylerdi. Yani “Kendin ol, kendini kabul et, kendini bil.” Ben Yılmaz Güney’in yanında ikinci adamdım ve kabul ettim ikinci adam olduğumu. Yılmaz’ın dehasını kabul ettim.

Yılmaz Güney ve rekabet. Neden edeyim! O apayrı bir yıldız ben apayrı… Benim atmosferim ayrı, onunki ayrı… O bir köylü çocuğu ben bir paşa torunuyum ama ikimiz de komünistiz. İnsanlar için adalet istiyoruz, güzel şeyler istiyoruz. Marx’ı bilmemize bile gerek yok. Kim ne okumuş ki o zamanlar! Bir tane Marksizm nedir? diye bir kitap var Remzi Kitapevi’nden, bir de Mülkiyetin Tarihi. İlk okuduğum iki kitap o kadar. İngilizcem olduğu için küçük bir Kapital özeti vardı elimizde.

Bildiğim bir milyar insanın açlıktan ölüyor olduğu bugün. Buna deliriyorum tabii, düşünmek bile istemiyorum ama gerçek bu. Bunu edebiyatla, sinemayla düzeltemeyiz ama biz yarayı gösteririz. Sanatçı neşteri vurur ve iltihap akar dışarıya… “Bu gerçek” işte der, “bu, bu, bu…” Ve bunu kendi estetiği içinde der. Öyle büyük bir yelpaze var ki romancısı için, ressamı için, sinemacısı, şairi için… Bir bakıyorsun Osmanlı, Bizans, bütün Balkanlar… 1400’lerde Üsküp’ü alıp o inanılmaz köprüyü yapıyor 3. Murat, orada başka bir medeniyet başlıyor. Bir bakıyorsun Selçuklu, Etiler, Hititler… Ermeniler, Urartular var, Kürtler… Hakkari’de nasıl steller çıkıyor, şaşkına dönüyorsun. Urfa’da göbekli tepe çıkıyor karşına… 4 bin yıl önce bir tapınak var orda, ne olduğunu kimse bilmiyor daha. Alacahöyük var. Arkanda İran var; Şah İsmail, Safeviler, Azeriler, Gürcüler… Tarihe, medeniyete bak… Hepsi bize ait bunların. Bir ressama, bir şaire, romancıya ait… Daha ne olsun! Sen sıkışıp kalıp da Batıyı taklit etmeye kalkarsan ki Batının sadece rezaletini alıyoruz, gerçeğini de alamıyoruz. Kant’ını, Hegel’ini, Einstein’ını alamıyoruz… Marx’ını alamıyoruz… Aldığımız televizyon kültürü oluyor…
Öyle ama okulların, tekniğin de etkisi var. Bir de arkada Yılmaz Güney var, Atıf Yılmaz’ın Ah Güzel İstanbul’u var. Zeki Ökten, Şerif Gören, Lütfi Akat var… Hep yenilmiş insanlar. Yaşar Kemal’in bir lafı var… “Kardaşım, yenileceen, yenileceen… Suyun içinde kalmış bir çakıl taşı gibi ezileceen, ezileceen… Sonunda yenmesini öğreneceeen.”
Yılmaz Güney zamanında fotoroman da yaptı. Ben de yaptım. Umut’a gelene kadar Yılmaz, Seyithan’ı, Çirkin Adam’ı yaptı. Daha önce Yılmaz’ın Adana’da 16 mm filmleri köylerde göstermesi vardır, tabela taşıması vardır… Yılmaz kökten buralara geldi bir hikayeci olarak…

http://www.evrensel.net/news.php?id=7769#.UkVN4B_BOtM.facebook

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder