adsense

2 Ekim 2021 Cumartesi

Suyu Arayan Adam

 Süreyya Aydemir (1897-1976), Tunalı bir göçmen ailesinin oğludur.

Tuna: Nehir 10 ülkeyi katederek Karadeniz'e dökülmektedir...Romanya ve Bulgaristan arasındaki ovalar, platolar ve dağlar Tuna nehrinin Alt havzasını oluşturmaktadır. Karadeniz'e ulaşmadan önce nehir 3 ana kola ayrılmakta ve 6.750 km² lik Tuna Deltası'nı şekillendirmektedir...Tuna nehri havzasını oluşturan ülkelere göre alan dağılımı şöyledir: Romanya (%29), Macaristan (%11,6)...

"Bir adam vardı, Suyu arıyordu.Toprağı üç kulaç kazdı.Suyu bulamadı.
On kulaç, on beş kulaç kazdı.gene bulamadı.
...suyu bulmaktan ümidini kesti.
Fakat bir ses ona:
-Daha derinlere in, daha derinlere! dedi.
Daha derinlere indi ve suyu buldu." Rama Krişma

Bizim mahallemiz bir göçmen mahallesiydi.Kırım'dan Dobruca'dan, Tuna kıyılarından...iki yüz yıldan beri hemen daima yenilen ordular, daima gerileyen sınırlarla beraber adım adım çekilerek buralara kadar sürülmüşlerdi....Edirne, şimdi artık bir sınır kalesiydi.

Biz Deli Orman'danmışız. (Kuzey Bulgaristan'da)

Sınırları çok yerde birbirine karışan mahalleyle mezarlık arasında içli dışlı, birbirini tamamlayan bir bağıntı vardı.Her evin bir parçası o mezarlıkta yaşıyor gibiydi...Dünya varlığı, ebedi hayatın kısa bir geçidi sayılırdı.

Bizim mahalle halkı için mektep, kitap ve okuyan insan, büyük ve mutlu varlıklardı...sokağa düşen her yazılı kağıt parçasını gören büyük küçük herkes, onu hemen yerden kaldırırdı.

...biz evvela bu isyanları, isyan eden milletlerin, ırkların, devletimizin idare tarzından bıkması şeklinde anlamıyorduk.

...'Padişahım çok yaşa'

23 Temmuz 1908...Meşrutiyet'in ilanı memlekette galiba daha ziyade biz çocukların anlayabileceğimiz bir şeydi.

Rumeli'de Anadolu deyince akla, daima bu ürkek askerlerle, kıtlık, fakirlik, eşkiyalık gelirdi...Hayır, Anadolu, Rumeli çocuklarının hayallerini dolduracak bir yer değildi.Bizim hayalimiz, o güne kadar, Tuna'da Kafkasya'da, Afrika'da, Hint kapılarında dolaşmıştı.Bizim kafamızda yaşattığımız rüya,bir cihan hakimiyetiydi.

...Gerçi biz evvelce de Türk'tük.Fakat kendimize Türk diyemezdik.Türk sözü, birçok ırkları, kavimleri birleştiren bir imparatorlukta, bir kavmin diğerleri üstünde tahakkümünü hatırlatır ve onları gücendirir diye düşünülüyordu....Halbuki bu imparatorlukta yaşayan diğer ırkların...kendi milletlerinin adıyla tanır ve öyle anarlardı...Fakat biz Türkler...Irkımız da bilmez, ya inkar ederdik.Milletimizin adı geçmek lazım geldiği zaman kendimize sadece:
-Osmanlı!
der geçerdik.Hatta dilimizin adı bile Türkçe değil, Osmanlıca'ydı...Reddedilen, inkar edilen Türk adına kimsenin sahip çıkmaması için her tedbir alınmıştı.Umumi kanaate göre Türk, kaba, görgüsüz ve kabiliyetsiz bir varlıktı.

1914...Yirmi yaşından kırk beş yaşına kadar herkes askere gidecekti.

Anadolu'yu biz Rumeli çocukları...yalnız hayalimizde yaşattık...Ama sonra gördük ki, bu hayal ve özlemle, gerçek Anadolu arasında, hiçbir benzerlik yoktur.Bu hayal kırıklığı bizim, hayat boyunca yaşadığımız nice hayal kırıklıklarının, en baş döndürücülerinden biri oldu.

-Hepiniz öleceksiniz! dedi.

...Bizler kendimizi, zaten bu ölüm için yetişmiş sayıyorduk...O zaman bizim neslimiz, kendisi için hiçbir hak düşünmeyen bir nesildi.Bize göre hak yok, vazife vardı.Vazife görülecek, can verilecek, şan vatana bağışlanacaktı.

-Peki ama, dersiniz; biz bin yıl önce girdiğimiz şu Anadolu topraklarına ne verdik?

Biz üç arkadaş, üçümüz de fakir çocuklarıydık...Fakat bizde toprak, hiçbir zaman bu kadar sefil değildi.Bizde sefalet, bütün varlığı bir uyuz eşekten ibaret olan bu bitmiş ihtiyarın yoksulluğuyla kıyaslanacak kadar derin olmamıştı.

Kayseri Kalesi topçusuna gel deseler giderdi.Gönderdiklerin daha geri gelmedi demezdi.Bize galiba bunun için "ordu millet" diyorlardı...İşte bu Kayseri topçusu, onun dönmeyen çocukları, benim dönmeyen ağabeylerim ve o yaşta ben...

O zaman Anadolu'da hiçbir şey, Anadolu'yu Kızılırmak kadar doğru aksettiremezdi...Sanki olduğu yerde eriyordu.Gittikçe kuruyan, gittikçe çölleşen bir dertli ırmaktı.

Bir toprağa bu kadar bağlı olanlar bir gün oradan koparlarsa, onların acısını anlatacak söz hakikaten bulunmaz.

...bizim askerler, teker teker fert olarak, dikkate değer bir varlık olmaktan ziyade, bir topluluk, bir küme unsuru idiler.Bu küme, bu toplum içinde her şeye kolayca ayak uydurabiliyordu.fakat bunlardan herhangi biri topluluktan ayrılıp da tek başına kaldığı zaman, müstakil bir hareket yolu tayininden hemen daima aciz kalırdı....Ama topluluk halinde varoluş, anadolu halkının herhalde öz bir vasfı idi.

...Daha ilk derste belli oldu ki bu bölükte, hangi dinden olduğumuzu doğru dürüst ve kesin olarak bilen kimse de yoktu....Askerlerin bir kısmı, kendi isimlerini değil de başka adları taşıyorlardı.Künyelerinde yazılı şeyler, asıl doğdukları veya kayıtlı oldukları yerler değildi...Ben ilk adımda askerlerimi dindar ve mutaassıp zannetmiş, fakat cahil bulmuştum...Halbuki biraz sonra anlaşıldı ki...birbirini tutmaz dinler, yahut din tortuları, mezhepler, inanacalar, tarikatlar canlı olarak yaşamaktadır. Bunların hepsinin ruhlarına köksüz inancalar, vehim, şüphe ve geçmişin tortuları hakimdir.

Birinci dünya harbi ile beraber Anadolu'nun öyle yerlerinde Ermeni isyanı olmuştur ki, etrafları Türk halkıyla çevrilen,...orduya isyan edebilmek için bir cemaatin, düşünce ve mantıktan ne derece uzaklaşması lazım geldiğine insan hakikaten şaşardı.

...halk kendini Sunni, Şii,yani daha ziyade Müslüman olarak biliyordu.Türk sözü Osmanlı Türklerine verilen bir isimdi.

Şarklının gözünde sahip, yahut hüdavend, ancak tapılacak yerde olduğu, hükmünü yürütebildiği zaman bir kudrettir.Put, yere düştüğü gün, bütün sihrini kaybeder.

Türkler nasıl yaylaların çocuklarıysa, Türklerin tarihi nasıl Sarıdeniz'e kadar uzanan yaylalar mihverine bağlı taşıma ve durulmaların, iniş çıkışların tarihi ise, Rus milletinin tarihi de , ormanlardan taşmanın ve ormanlara sığmamanın hikayesinden ibarettir.

."...Kahramanları da ilahları da yaratan biziz.İnsanlar putlarını kendileri yaparlar.Sonra bir zaman gelir, onları yıkarlar.Fakat sonra gene yenilerini yaparlar...". Ben bu sözleri daima hatırlarım.ve bugune eğer sesim ulaşsa...hala bütün canlılığı ile yaşayan o mustarip insana: 
-Haklısın yoldaş, evet haklısın.Çünkü senin sözlerinde, insanoğlunun hem bir zaafı, hem bir kudreti dile getirmiştir, derim...


Zeybeklerin oyuna kalkması çok seyrek olurdu.Bu, ara sıra, en sonra ve efenin bir işaretiyle olurdu.Ama efe, hiçbir zaman oyuna kalkmazdı.Bu oyunların en güzelini cezaevinde gördüm...Zeybekler daima dinç, yağız ve yakışıklı insanlardı.Başlarına sardıkları yemenilerden renk renk oyalar sarkardı.Bu oyaların renklerinin, biçimlerinin ayrı ayrı gönül manaları vardı...Oyuna başlayan zeybekler, evvela başlarını birer kartal gibi hafifçe bir yana yıkıp, vücutlarının ağırlığını birer ayakları üzerine vererek, kollarını şahin kanatları gibi yanlara açarlardı.Sonra dağlar yerinden kımıldıyormuşçasına ağır, hesaplı ve sürükleyici hareketlere geçerlerdi...Bunlar, kökleri belki de ta eski Ege ve İyonya devirlerine varan başka türlü bir geleneğin son mümessilleriydiler...Onları seyrederken insan, onların yaşadığı yerlerdeki eski jimnazlarda, stadyumlarda, vücut güzelliğinin ve insan kuvvetinin kutsallaştırıldığı devirleri ister istemez düşünüyordu.Ve bu düşünce bunların, şehirlerin ve köylerin günlük nizamına uyamamlarını ve kaplarına sığamamalarını biraz da haklı gibi gösteriyordu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder